Yargıtay İçtihatları, Avukat Murat ÖCAL, Bodrum Avukat, Datça Avukat, Marmaris Avukat, Fethiye Avukat, Çeşme Avukat, Aydın Avukat, Kuşadası Avukat, Alanya Avukat, Antalya Avukat, Adana Avukat, Mersin Avukat, Çeşme Avukat, Balıkesir Avukat, Çanakkale Avukat, Ankara Avukat, İstanbul Avukat, Yozgat Avukat, Sivas Avukat

Süresinde cevap dilekçesi verilmemesinin sonucu

HMK Madde 128

(1) Süresi içinde cevap dilekçesi vermemiş olan davalı, davacının dava dilekçesinde ileri sürdüğü vakıaların tamamını inkâr etmiş sayılır.

6100 sayılı Kanunda Yer Alan Madde Gerekçesi

Madde, 1086 sayılı Kanunun 201 inci maddesinin birinci fıkrasının birinci cümlesini kısmen karşılamaktadır. Davaya cevap vermemenin sonucu maddede açıkça belirtilmiştir.

HMK Madde 128 Süresinde cevap dilekçesi verilmemesinin sonucu

Yargıtay İçtihatları

Yargıtay Hukuk Genel Kurulu 2017/1588E. , 2018/2045K.

  • HMK Madde 128
  • Süresinde cevap dilekçesi verilmemesinin sonucu

MAHKEMESİ :Aile Mahkemesi

Taraflar arasındaki “boşanma” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda İzmir 15. Aile Mahkemesince davanın kabulüne dair verilen 19.09.2013 tarih ve 2013/164 E., 2013/675 K. sayılı karar davalı vekilinin temyizi üzerine Yargıtay 2. Hukuk Dairesinin 22.09.2014 tarih ve 2014/6789 E., 2014/17952 K. sayılı kararı ile:

“…Mahkemece, henüz ön inceleme dahi yapılmadan tensiple 04.03.2013 tarihinde taraflara “tanık listesini sunması, delil olarak gösterecekleri belgeleri dilekçelerine ekleyerek vermesi, başka yerden getirtilecek belgelere ilişkin bilgi verilmesi” yönünde ara kararı verilmiştir. Davalı (kadın) vekilinin, 16.05.2013 tarihinde yapılan ön inceleme duruşmasında yaptığı delil bildirme talebi mahkemece “cevap süresi içerisinde delillerini bildirmemiş olması sebebiyle” reddedilmiştir. 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanununa göre ön inceleme duruşması yapılıp taraflar arasındaki çekişmeli hususlar belirlenmeden, davalıdan, delil listesi sunması istenemez. Bu bakımdan tensiple bu yönde verilen ara kararı sonuç doğurmaz. O halde, mahkemece yapılacak iş, davalıya delillerini bildirmesi için süre verilmesi, gösterdiği takdirde delillerinin toplanması ve hasıl olacak sonuca göre bir karar vermekten ibarettir. Bu husus gözetilmeden, davalıya iddialarını ispat hakkının tanınmamış olması “hukuki dinlenilme hakkının” (HMK md. 27) ve buna bağlı olarak “savunma hakkının” ihlali niteliğinde olup, hükmün bu sebeple bozulmasına karar vermek gerekmiştir….”

gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle yeniden yapılan yargılama sonunda mahkemece önceki kararda direnilmiştir.

HUKUK GENEL KURULU KARARI

Hukuk Genel Kurulunca incelenerek temyiz dilekçesinin süresinde verildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki belgeler okunduktan sonra gereği görüşüldü:

Dava, evlilik birliğinin sarsılması hukuki sebebine dayalı boşanma istemine ilişkindir.

Davacı vekili, tarafların sekiz yıldır evli olduğunu, aralarında yaş farkı bulunduğunu, başlangıçta bu durumu kabul eden davalının zamanla yaş farkını sorun hâline getirdiğini, müvekkiline hakaret ve küfür ettiğini, evden ayrılmadan önce kurmaca bir olay yaratarak boşanma davasında haklı çıkmak için şiddet gördüğünü söylediğini, müvekkilinin ölünceye kadar bakma vaadi ile bir evin mülkiyetini ve bankada bulunan bir miktar nakit parasını davalıya verdiğini, davalının ise müvekkiline vaat ettiği şekilde bakmadığı gibi müvekkilini terk ettiğini ileri sürerek tarafların boşanmalarına karar verilmesini istemiştir.

Davalı süresinde ibraz ettiği cevap dilekçesinde, davacının şiddet uyguladığını, sürekli hakaret ettiğini, davacının ilk evliliğinden olan çocuklarının da hakaretine maruz kaldığını, hakkına düşen parayı aldığını, sürekli dövüldüğü, kapı dışarı atıldığı ve küfür edildiği için onunla evlendiğine pişman olduğunu söylemek zorunda kaldığını, bütün ihtiyaçlarını annesinin karşıladığını, rahatsızlığı sebebiyle davaya geç cevap verdiğini belirterek iki hafta kadar ek süre verilmesini istemiştir.

Davalı vekili 15.05.2013 tarihli dilekçesinde, müvekkilinin kusurlu olmadığını, sürekli şiddet gördüğünü, evden kovulduğunu, hakarete maruz kaldığını belirterek davanın reddine, müvekkili yararına 500,00TL tedbir nafakasına hükmedilmesini, 19.09.2013 tarihli son duruşmada hükmedilen tedbir nafakasının yoksulluk nafakası olarak devamına karar verilmesini istemiştir.

Mahkemece, 16.05.2013 tarihli ön inceleme duruşmasında davalı vekilinin tanık dinletme talebi reddedilmiş, nihai kararda ise davalının evlilik birliğinin gerektirdiği sorumluluk ve yükümlülüklerini yerine getirmediği, eşine karşı aşağılayıcı sözler söylediği, müşterek haneyi sık sık terk ederek annesinin evine gittiği, bu suretle boşanmaya neden olan olaylarda ağır kusurlu olduğu gerekçesiyle tarafların boşanmalarına, davalının yoksulluk nafakası talebinin reddine karar verilmiştir.

Davalı (kadın) vekilinin temyizi üzerine karar, Özel Dairece yukarıda başlık kısmında açıklanan gerekçelerle bozulmuştur.

Bozma kararı sonrası 24.10.2014 tarihinde davacının ölümü üzerine mirasçıları veraset ilamı sunarak davaya devam etmek istediklerini bildirmişlerdir.

Mahkemece, davalının cevap dilekçesinde dayanmadığı delile sonradan dayanma imkanının bulunmadığı, bu sebeple davalının delillerinin toplanmasına gerek görülmediği ve önceki hükümde direnildiği belirtilmiş, ancak davacının 24.10.2014 tarihinde ölümü nedeniyle “boşanma” kararı verilmesi imkanı bulunmadığından Türk Medeni Kanunu’nun 181. maddesi gereğince davalının kusurlu olduğunun tespiti ile yasal mirasçı olamayacağına dair hüküm kurulmuştur.

Davalı vekilinin temyizi üzerine karar, Yargıtay Hukuk Genel Kurulunca “usulün aradığı niteliklere haiz kısa karar ve buna uygun gerekçeli karar” oluşturulmadığı gerekçesiyle bozulmuştur.

Mahkemece, Hukuk Genel Kurulu bozma kararına uyulmak suretiyle HMK’nın cevap, delil bildirme ve ön inceleme duruşmasını düzenleyen 126. ve devamı maddeleriyle 140., 145. ve 194. maddelerinin, “ön inceleme duruşmasına kadar geçen dilekçelerin verilmesi aşamasında delil bildirmeyen (tanık, belge, keşif vs.. gibi) davalı tarafa ön inceleme duruşmasından sonra delillerini bildirmek için süre verilmesinin mümkün olmadığı” şeklinde yorumlandığı, bu sebeple bozma kararının usul ve yasaya uygun olmadığı, mahkemenin direnme kararı verirken önceki kararda bir değişiklik yapmaması gerektiği, ancak davacının Yargıtay bozma kararından sonra ölümü ve mirasçıların davaya dahil olması nedeniyle boşanma hükmü kurmanın yasal olarak ve fiilen mümkün olmadığı, ilk yargılama aşamasındaki delillere göre TMK’nın 181. maddesine uygun olarak davalının kusurlu olduğunun ve yasal mirasçı olamayacağının tespitine karar verildiği belirtilerek kurulan direnme hükmü davalı vekilince temyiz edilmiştir.

Direnme yoluyla Hukuk Genel Kurulu önüne gelen uyuşmazlık; boşanma davasına konu olayda ön inceleme duruşması yapılmadan tensip tutanağı ile davalının delillerini sunması için süre verilip verilemeyeceği, cevap dilekçesinde delil bildirmeyen davalıya ön inceleme duruşmasında delillerini bildirmesi için süre verilmesinin gerekip gerekmediği, varılacak sonuca göre davalının hukuki dinlenilme hakkının ihlal edilip edilmediği noktasında toplanmaktadır.

Hukuk Genel Kurulunda yapılan görüşmeler sırasında işin esasına geçilmeden önce mahkemece tarafların boşanmalarına dair verilen ilk kararın Özel Dairece bozulmasından sonra “davacının ölümü sebebiyle boşanma hükmü verilmesine yer olmadığına ve davalının kusurlu olduğu tespit edildiğinden yasal mirasçı olmayacağının tespitine” şeklinde direnme adı altında kurulan hükmün yeni hüküm niteliğinde olup olmadığı, burada varılacak sonuca göre temyiz incelemesinin Hukuk Genel Kurulunca mı, yoksa Özel Dairece mi yapılması gerektiği hususu ön sorun olarak tartışılmıştır.

Bilindiği üzere, ilk derece mahkemelerinin temyiz incelemesi sırasında kararlarının bozularak geri gönderilmesi üzerine yeni delil ve araştırma yapmaksızın aynı kararı tekrar vermelerine usul hukukunda direnme (ısrar) kararı denilmektedir. Hemen belirtilmelidir ki, istikrar kazanmış Yargıtay içtihatlarına göre; mahkemece direnme kararı verilse dahi bozma kararında tartışılması gereken hususları tartışmak, bozma sonrası yapılan araştırma, inceleme veya toplanan yeni delillere dayanmak, önceki kararda yer almayan ve daire denetiminden geçmemiş olan yeni ve değişik gerekçe ile hüküm kurmak suretiyle verilen karar direnme kararı olmayıp, bozmaya eylemli uyma sonucunda verilen yeni hüküm olarak kabul edilir. Bir başka anlatımla, direnme kararının varlığından söz edilebilmesi için mahkeme bozma kararından esinlenerek yeni herhangi bir delil toplamadan önceki deliller çerçevesinde karar vermeli; gerekçesini önceki kararına göre genişletebilirse de değiştirmemelidir.

Bu açıklamaların yanı sıra ön sorun açısından 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu’nun (TMK) getirdiği bir yenilik olarak karşımıza çıkan 181. madde düzenlemesinin de irdelenmesi gerekmektedir.

Kural olarak evlilik birliğini sona erdiren ve bozucu yenilik doğuran bir hak olan boşanma kararı ile taraflar birbirlerine karşı miras hukukundan doğan bütün haklarını kaybederler. Ancak TMK’nın 181. maddenin ikinci fıkrası uyarınca boşanma davası devam ederken, eşlerden birinin ölümü hâlinde mirasçılara davayı sürdürme hakkı tanınmıştır. Bu durumda sağ kalan eşin boşanmaya sebebiyet verecek derecede kusurunu ispatlanması hâlinde mirasçı olması engellenebilmektedir (m. 181/2).

Madde gerekçesinde bu husus; “Maddenin ikinci fıkrasında, boşanma davası devam ederken, davacı eşin ölümü hâlinde, davalının buna rağmen mirasçı olabilmesi belli koşullar altında engellenmektedir. Buna göre ölen davacının mirasçılarından herhangi birisinin davayı devam ettirmesi ve davalının kusurlu olduğunun sabit olması hâlinde, davalı eş, birinci fıkra hükmünde olduğu gibi davacıya mirasçı olamayacaktır. Davacı eşin ölümü hâlinde evlilik kendiliğinden son bulur. Bu nedenle davacının ölümüne rağmen, mirasçılardan birinin devam ettirdiği bu dava, eşlerin boşanmasına yönelik olmayacak, devam edilen davada, boşanmada davalının kusurlu olup olmadığı karara bağlanacaktır. Bir başka ifadeyle bu durumda devam edilen dava, boşanmada hangi eşin kusurlu olduğunun saptanmasına yönelik olacaktır. Bu durum özellikle zina, hayata kast, pek kötü davranış, haysiyetsiz hayat sürme sebeplerinden biriyle açılan boşanma davasında, davacının ölümü hâlinde, bu eylemlerde bulunan kusurlu davalı eşin buna rağmen mirasçı olabilmesi konusunda haksız ve adaletsiz sonuçların doğmasına da neden olabilecektir, işte bu haksız durumların önlenmesi amacıyla maddenin ikinci fıkrası kaleme alınmıştır.” şeklinde ifade edilmiştir.

Somut olayda da; mahkemece ilk kararda davacı erkeğin açtığı boşanma davası davalının kusurlu olduğu gerekçesiyle kabul edilmiş, bu kararın Özel Dairece bozulmasından sonra davacı 24.10.2014 tarihinde ölümü ve mirasçılarının yukarıda belirtilen düzenlemeye uygun olarak davaya devam ettiklerini mahkemeye bildirmeleri üzerine, mahkemece bu hüküm dikkate alınmak suretiyle davaya kusur tespiti yönünden devam edilmiş ve bozma kararına karşı direnilmiştir.

Yukarıda açıklandığı üzere, TMK’nın 181/2. maddesi ölen eşin mirasçılarının kusur tespiti yönünden davaya devam edebileceklerini öngören istisnai bir düzenleme olup somut olayda da bozma kararı sonrasında verilen direnme kararında davacının ölümü nedeniyle boşanma kararı verilmesi mümkün olmadığından mahkemece “davacının 24.10.2014 tarihinde ölümü nedeniyle boşanma hükmü verilmesine yer olmadığına” şeklinde hüküm kurulması zorunlu hâle gelmiştir. Aksi durumda, “ölüm” olayının varlığı görmezden gelinerek “tarafların boşanmalarına” şeklinde hüküm kurmak suretiyle direnme kararı verilmesinini açık bir bozma sebebi teşkil edeceği de tartışmasızdır. Açıklanan nedenlerle mahkemece verilen kararın yeni hüküm niteliğinde olmadığı kabul edilerek ön sorun oy çokluğu ile aşılmış ve işin esasının incelenmesine geçilmiştir.

Esasın incelenmesine gelince;

Uyuşmazlığın çözümü bakımından ilgili yasal düzenlenmelerin incelenmesi gerekmektedir.

Anayasanın 90. maddesinin beşinci fıkra hükmü uyarınca, milletlerarası andlaşma hükümlerinin esas alınacak olması nedeniyle ilk olarak belirtilmesi gerekir ki Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi (AİHS)’nin 6. maddesinin birinci fıkrasına göre: “Herkes davasının, medeni hak ve yükümlülükleriyle ilgili uyuşmazlıklar ya da cezai alanda kendisine yöneltilen suçlamaların esası konusunda karar verecek olan, yasayla kurulmuş, bağımsız ve tarafsız bir mahkeme tarafından, kamuya açık olarak ve makul bir süre içinde görülmesini isteme hakkına sahiptir.

Anayasanın 141. maddesinde de “davaların en az giderle ve mümkün olan süratle sonuçlandırılması yargının görevidir” denilmek suretiyle davaların makul bir süre içerisinde bitirilmesi gerekliliği açıkça düzenlenmiştir.

Açıklanan bu ilkelere paralel olarak 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nda (HMK) yargılamanın makul sürede bitirilmesini sağlamak amacıyla düzenlemeler yapılmış ve bu amaca ulaşılabilmesi için önemli bir katkı sağlayan delillerin bildirilme zamanı özel olarak düzenlenmiştir.

Delillerin belirli bir zaman dilimi içinde gösterilip sunulması yargılamayı çabuklaştıracak olmasının yanı sıra, taraflara da gösterilen delillerden haberdar olarak zamanında bunlara karşı delil veya görüş bildirebilme imkanı tanıyacak, böylece uyuşmazlıklar en kısa sürede adilane çözüme kavuşacaktır.

Bu noktada HMK’nın delillerin ibrazı ile ilgili hükümlerinin açıklanması gerekmektedir.

Şöyle ki; 6100 sayılı HMK’nın “Dava Dilekçesinin İçeriği” başlıklı 119/1-e-f maddesine göre; davacı, dava dilekçesinde, iddiasının dayanağı olan bütün vakıaların sıra numarası altında açık özetlerini ve iddia edilen her bir vakıanın hangi delillerle ispat edileceğini açıkça göstermek zorundadır”.

Maddenin gerekçesinde bu gerekliliğin, 6100 sayılı HMK’da bir yenilik olarak düzenlendiği ifade edilmiştir. Davacının genel ifadelerle delillerini belirtmesi yeterli sayılmayıp hangi delillere dayandığı dilekçeden anlaşılmalıdır. Delillerin bildirilmesine ilişkin bu düzenleme, somutlaştırma yükünün de bir gereğidir (Pekcanıtez, H: Medeni Usul Hukuku, C.15. Bası, İstanbul 2017, s. 1139).

6100 sayılı HMK’nın “Belgelerin birlikte verilmesi” başlıklı 121/1. maddesine göre; dava dilekçesinde gösterilen ve davacının elinde bulunan belgelerin asıllarıyla birlikte harç ve vergiye tabi olmaksızın davalı sayısından bir fazla düzenlenmiş örneklerinin veya sadece örneklerinin dilekçeye eklenerek, mahkemeye verilmesi ve başka yerlerden getirtilecek belge ve dosyalar için de bunların bulunabilmesini sağlayıcı açıklamanın dilekçede yer alması zorunludur. Ayrıca, aynı Kanunun “Cevap dilekçesinin içeriği” başlıklı 129/1-d-e. maddelerine göre, cevap dilekçesinde; davalının savunmasının dayanağı olan bütün vakıaların sıra numarası altında açık özetleri ile savunmanın dayanağı olarak ileri sürülen her bir vakıanın hangi delillerle ispat edileceğinin bildirilmesi gerekir. Bu husus davalının savunmasını somutlaştırma yükünün gereğidir. Davalı da davacı gibi yazılı delillerini cevap dilekçesine ekleyerek mahkemeye vermeli ve başka yerlerden getirtilecek belge ve dosyalar için de bunların bulunabilmesini sağlayıcı açıklamalarda bulunmalıdır (Pekcanıtez, Pekcanıtez Usul, s.1237-1239).

Dava dilekçesinin davalıya tebliğinde, davalının iki hafta içinde davaya cevap verebileceğinin ihtar edilmesi gerektiği HMK’nın 122. maddesinde düzenlendikten sonra aynı süreye “cevap dilekçesini verme süresi” başlıklı 127. maddesinde tekrar yer verilerek “Cevap dilekçesini verme süresi, dava dilekçesinin davalıya tebliğinden itibaren iki haftadır…” şeklinde düzenleme yapılmıştır.

Önemle vurgulanmalıdır ki; HMK’nın 122. maddesinin gerekçesinde de belirtildiği üzere cevap süresi, Kanun tarafından düzenlenmiş kesin bir süre hâline getirilmiştir.

HMK’nın “Süresinde cevap dilekçesi verilmemesinin sonucu” başlıklı 6100 sayılı HMK’nın 128/1. maddesine göre; “süresi içinde cevap dilekçesi vermemiş olan davalı, davacının dava dilekçesinde ileri sürdüğü vakıaların tamamını inkâr etmiş sayılır.” Davayı inkar etmiş sayılan davalı, daha sonra ikinci cevap dilekçesi veremez. Zira ikinci cevap dilekçesi cevaba cevap dilekçesine karşı verilir.

Süresinde cevap vermediği için davayı inkar etmiş sayılan davalı, davacının dava dilekçesinde bildirdiği vakıaların doğru olmadığını (inkarı) ispat için karşı delil gösterebilir. Davalı, davayı inkarının karşı delilini göstermek bahanesi ile, yeni vakıalar (mesela zamanaşımı veya borcu ödediğini ileri sürerse, bununla savunmasını genişletmiş olur; bu ise kural olarak yasaktır. Bu hâlde mahkeme, davacının iddiasının doğru olmadığını ispat için davalının göstereceği delilleri inceleyip, davacının delilleri ile birlikte değerlendirerek varacağı sonuca göre hüküm vermelidir (Kuru B. Arslan R.Yılmaz E.: Medeni Usul Hukuku Ders Kitabı, Ankara 2014, 25. Bası, s.317).

6100 sayılı HMK’nın “Ön incelemenin kapsamı” başlıklı 137/1. maddesine göre; dilekçelerin karşılıklı verilmesinden sonra ön inceleme yapılır. Mahkeme ön incelemede; dava şartlarını ve ilk itirazları inceler, uyuşmazlık konularını tam olarak belirler, hazırlık işlemleri ile tarafların delillerini sunmaları ve delillerin toplanması için gereken işlemleri yapar, tarafların üzerinde serbestçe tasarruf edebileceği davalarda onları sulhe veya arabuluculuğa teşvik eder ve bu hususları tutanağa geçirir.

6100 sayılı HMK’nın “Ön İnceleme duruşması” başlıklı 140/5. maddesine göre; ön inceleme duruşmasında, taraflara dilekçelerinde gösterdikleri, ancak henüz sunmadıkları belgeleri mahkemeye sunmaları veya başka yerden getirtilecek belgelerin getirtilebilmesi amacıyla gereken açıklamayı yapmaları için iki haftalık kesin süre verilir. Bu hususların verilen kesin süre içinde tam olarak yerine getirilmemesi hâlinde, o delile dayanmaktan vazgeçilmiş sayılmasına karar verilir. Aynı Kanunun 119 ve 121. maddelerinde delillerin gösterilmesinden bahsedilmesine rağmen, 137 ve 140. maddelerinde delillerin sunulmasından ve toplanmasından bahsedilmektedir. Burada vurgulanması gereken husus özellikle 140. maddede “dilekçelerinde gösterdikleri” ibaresinin kullanılmış olmasıdır.

6100 sayılı HMK’nın 140. maddesinin gerekçesinde belirtildiği üzere taraflar, delil olarak dayandıkları belgeleri dilekçelerine ekleyerek vermek ya da başka yerden getirilecekse, bunu belirtmek zorundadırlar. Şayet taraflar, bu konuda yapmaları gereken işlemleri eksik bırakmışlarsa, tahkikata başlamadan önce, taraflara son kez kısa bir süre verilerek bu eksiklikleri tamamlamaları düşünülmüştür. Taraflar bu şanslarını da doğru kullanamazlarsa, artık tahkikat mevcut delillerle yürütülecek ve tarafların o delile dayanmaktan vazgeçtikleri kabul edilecektir.

Özetle; 6100 sayılı HMK’nın 119/1-f maddesine göre dava dilekçesinde iddia edilen her bir vakıanın hangi delillerle ispat edileceği, 129/1-e maddesine göre de cevap dilekçesinde savunmanın dayanağı olarak ileri sürülen her bir vakıanın hangi delillerle ispat edileceğinin belirtilmesi gerekir. 6100 sayılı HMK’nın 137 ve 140. maddelerinde ise; 119 ve 129. maddelerdeki düzenlemenin aksine, delillerin belirtilmesinden değil, tarafların delillerini sunmaları ve delillerin toplanması için gereken işlemleri yapmasından bahsedilmiştir. Buna göre; delillerin dava ve cevap dilekçelerinde belirtilmesi, dilekçelerinde belirtikleri delillerin en geç ön inceleme duruşmasında mahkemeye sunulması, başka bir yerden getirtilecek olması hâlinde delillerin toplanması için gerekli işlemlerin yapılması gerekir. Yani dava ve cevap dilekçelerinin verilmesinden sonra tarafların iddia ve savunmalarını kanıtlayıcı delil bildirmeleri mümkün değildir.

Dilekçelerin karşılıklı olarak verilmesi aşamaları bu şekilde net sürelere bağlı olarak düzenlendikten sonra yasa koyucu, delil bildirmenin “süreye” bağlı olduğunu tekrar vurgulayan 145. maddeye yer vermiştir. 6100 sayılı HMK’nın “Sonradan delil gösterilmesi” başlıklı 145. maddesine göre; taraflar, Kanunda belirtilen süreden sonra delil gösteremezler. Ancak bir delilin sonradan ileri sürülmesi yargılamayı geciktirme amacı taşımıyorsa veya süresinde ileri sürülememesi ilgili tarafın kusurundan kaynaklanmıyorsa, mahkeme o delilin sonradan gösterilmesine izin verebilir.

Sözü edilen maddede tarafların Kanunda belirtilen süreden sonra delil gösteremeyeceklerine ilişkin olarak getirilen istisnanın dava ve cevap dilekçelerinde hiç delil belirtmeyen, ön inceleme aşamasında da delillerini sunmayan veya toplanması için gerekli işlemleri yapmayan tarafların tahkikat aşamasında delil bildirme haklarının olduğu şeklinde anlaşılması mümkün değildir. 145. maddenin gerekçesinde, “uygulamada, davaların uzamasının temel sebeplerinden birinin de gereksiz yere yeni delil sunulması ve bu konuda taraflara verilen sürelere uyulmaması olduğunun bilindiği, maddenin ilk fıkrasıyla, Kanunda belirtilen sürelerden sonra, davada yeni delil sunulmasının yasak olduğunun kural olarak benimsendiği, fakat iki istisnanın kabul edildiği, bunun için; yeni delil sunulması talebinin yargılamayı geciktirme amacı taşımaması veya delilin süresinde sunulmamasının ilgili tarafın kusuru dışında bir sebebe dayanması hâlinde, hâkimin gerekçesini de belirtmek şartıyla, yeni delil sunulmasına izin verebileceği, bu şekilde delil sunma kuralına istisna getirilmesinin hukuki dinlenme hakkının tabii bir sonucu olduğu” belirtilmiştir.

Tahkikatın amacı, kural olarak delil toplamak değil, delilleri incelemek ve değerlendirmektir; aksi hâlde tahkikat tamamlanamaz ve yargılama uzar. Bu sebeple 145’inci maddede belirtilen ve tarafın etki alanı dışında kalan çok özel durumlar dışında, sonradan delil sunulması hâlinde bu deliller dikkate alınmamalıdır. Keza, tarafların 145’inci madde şartları oluşmadan sonradan delil sunması ya da kanun yoluna başvururken bu şekilde delilleri dilekçesine ekleyip vermeleri kabul edilmemelidir (Özekes, Pekcanıtez Usul, s.1339).

Tüm bu hususlar birlikte değerlendirildiğinde; 6100 sayılı HMK’nın sistematiği içinde; tahkikat aşamasına geçilmeden evvel tarafların uyuşmazlıkların çözümü için ileri sürdükleri delillerin daha işin başında belirlenerek tahkikatın etkin bir şekilde yapılmasının amaçlandığı anlaşılmaktadır. Yargılamanın etkin ve makul bir süre içinde bitirilmesi için delil gösterilmesi dilekçelerin teatisi (dava, cevap, cevaba cevap ve ikinci cevap) aşamasına hasredilmiştir. Buna göre, dilekçelerin karşılıklı olarak verilmesi aşamasında herhangi bir delil bildirmeyen davacı veya davalıya ön inceleme duruşmasında delillerini bildirmesi için yeni bir süre verilmesine imkân bulunmamaktadır.

Somut olayda; davacı 04.03.2013 tarihinde boşanma davası açmış, vakıalarını ve bu vakıaları ispata yarar delillerini bildirmiştir. Davalı ise süresinde cevap dilekçesi ibraz etmiş ise de savunma vakıalarını ispata yarar herhangi bir delil sunmamıştır. Davalının cevap dilekçesi davacıya tebliğ edilmiş, davacı cevaba cevap dilekçesi vermemiştir. Dilekçeler karşılıklı olarak verilmesi aşaması bu şekilde tamamlanmıştır. Davalı vekili, 16.05.2013 tarihli ön inceleme duruşmasında “müvekkilim tarafından delil gösterilmemiş ise de, boşanma davası kamu davasıdır, delil avansı yatırılmıştır, bu nedenle tanıklarımızı bildirmek üzere süre talep ediyoruz” şeklinde beyanda bulunmuş, mahkemece davacının tanık dinletme talebi reddedilmiştir.

Yukarıda belirtilen yasal düzenlemeler dikkate alındığında, cevap dilekçesinde savunmanın dayanağı olarak herhangi bir delil (HMK. m. 129/1-e) sunmayan ve sonradan delil gösterilebilmesi için HMK’nın 145. maddesinde belirtilen istisnai hâllerin mevcudiyetini de ileri sürmeyen davalıya yerel mahkemenin delil bildirmesi için süre vermesine yasal olarak imkân bulunmamaktadır.

Hukuk Genel Kurulunda yapılan görüşmeler sırasında, bozma kararının boşanma davasına ilişkin olduğu, ancak bozma sonrası davacının ölümü nedeniyle boşanma davasının konusuz kaldığı ve mahkemece de kabul gördüğü üzere boşanma hakkında hüküm oluşturulmasının mümkün olmadığı, bu durumda mahkemenin direnme olarak adlandırdığı temyize konu kararın usul hukuku anlamında gerçek bir direnme kararı olmadığı, yeni hüküm niteliğinde olduğu ve bu yeni hükmün temyizen incelenmesi görevinin Özel Daireye ait olduğu ileri sürülmüş ise de yukarıda açıklanan gerekçelerle bu görüş Kurul çoğunluğunca benimsenmemiştir.

Hâl böyle olunca; cevap dilekçesinde delil bildirmeyen davalı tarafın yasal süre geçtikten sonra delil bildirme talebinin reddi gerektiğine ilişkin olarak verilen direnme kararı yerindedir.
Ne var ki, TMK’nın 181. maddesinin ikinci fıkrası gereğince kusur tespitine yönelik olarak devam eden davada kusur durumu Özel Dairece incelenmediğinden, bu konuda inceleme yapılmak üzere dosya Özel Daireye gönderilmelidir.
SONUÇ: Yukarıda açıklanan nedenlerle direnme kararı yerinde olup davalı vekilinin kusur tespitine yönelik temyiz itirazlarının incelenmesi için dosyanın 2. HUKUK DAİRESİNE GÖNDERİLMESİNE, 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun Geçici 3. maddesine göre uygulanmakta olan 1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu’nun 440. maddesi uyarınca kararın tebliğinden itibaren on beş gün içerisinde karar düzeltme yolu açık olmak üzere 27.12.2018 tarihinde yapılan ikinci görüşmede oy çokluğuyla karar verildi.

HMK Madde 128 Süresinde cevap dilekçesi verilmemesinin sonucu

Yargıtay İçtihatları

Yargıtay Hukuk Genel Kurulu 2017/1286E. , 2019/142K.

  • HMK Madde 128
  • Süresinde cevap dilekçesi verilmemesinin sonucu

MAHKEMESİ :Aile Mahkemesi

Taraflar arasında görülen “boşanma” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda Şanlıurfa 2. Aile Mahkemesince davanın reddine dair verilen 11.12.2013 tarih ve 2013/234 E., 2013/262 K. sayılı karar davacının temyizi üzerine Yargıtay 2. Hukuk Dairesinin 26.06.2014 tarih ve 2014/2667 E., 2014/14621 K. sayılı kararı ile;

“…Davacı koca, daha önce Şanlıurfa Aile Mahkemesi’nin E.2007/561-K.2008/21 sayılı dosyasında açtığı boşanma davasında verilen ret kararının kesinleşmesinden sonra yeniden bir araya gelmediklerini iddia ederek eldeki davayı açmış, davalı kadın davaya cevap vermediği gibi duruşmaya da katılmamıştır. Mahkemece, üç yıllık süre koşulu oluşmasına rağmen davacı kocanın delil bildirmemesi nedeniyle bu sürede tarafların bir araya gelmediklerini ispatlayamadığı gerekçesiyle davanın reddine karar verilmiştir.

Türk Medeni Kanununun 166/son maddesi; boşanma sebeplerinden herhangi biriyle açılmış bulunan davanın reddine karar verilmesi ve bu kararın kesinleştiği tarihten başlayarak üç yıl geçmesi halinde, her ne sebeple olursa olsun ortak hayat yeniden kurulamamışsa evlilik birliği temelinden sarsılmış sayılır ve eşlerden birinin istemi üzerine boşanmaya karar verilir hükmünü içermektedir.Davalı yanın reddedilen davadan sonra evlilik birliğinin devamı amacıyla bir araya gelindiğine ilişkin dosyaya yansıyan bir beyanı veya iddiası bulunmadığına göre, davanın kabulü yerine yazılı şekilde reddine karar verilmesi doğru olmayıp, bozmayı gerektirmiştir…”

gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle yeniden yapılan yargılama sonunda mahkemece önceki kararda direnilmiştir.

HUKUK GENEL KURULU KARARI

Hukuk Genel Kurulunca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki belgeler okunduktan sonra gereği görüşüldü:

Dava, fiili ayrılık sebebine dayalı (TMK m. 166/4 ) boşanma davasıdır.

Davacı (erkek), davalının birlik görevlerini yerine getirmediğini, son derece asabi mizaçlı ve sorumsuz biri olduğunu, Şanlıurfa Aile Mahkemesinin 2007/561 Esas sayılı dosyasında boşanma davası açtığını, davanın reddedilerek kesinleştiğini, kararın kesinleşme tarihinden sonra bir araya gelmediklerini, önceki boşanma davasının kesinleşmesinden itibaren üç yıldan fazla bir zaman geçmesine rağmen bir araya gelmediklerini ve ortak hayatın yeniden kurulmasının mümkün olmadığını iler sürerek tarafların boşanmalarına karar verilmesini talep ve dava etmiştir.

Davalı (kadın) davaya cevap vermemiştir.

Mahkemece, davacıya delillerini bildirmesi için tensiple kesin süre verildiği ancak bu süre içerisinde herhangi bir delil bildirmediği, ön inceleme duruşmasının yapıldığı 11.12.2013 tarihli oturumda ise davacının herhangi bir delil ve tanığının olmadığını beyan ettiği, bu durumda daha önce verilen boşanma kararının kesinleştiği 2010 yılından itibaren eşlerin bir araya gelmediği ve ortak hayatın yeniden tesis edilemediği hususunun ispatlanamadığı gerekçesiyle davanın reddine karar verilmiştir.

Davacının temyizi üzerine karar, Özel Dairece yukarıda başlık kısmında gösterilen gerekçeyle bozulmuştur.

Mahkemece, davalının kendisine tebliğ olunan dava dilekçesine hiç cevap vermediği, duruşmalara katılmadığı, TMK’nın 6. maddesi ve HMK’nın 128. maddesindeki emredici hükümlere göre bu noktada artık davacının, davalı ile ilk boşanma davasının reddolunmasından sonra ortak hayatı yeniden kurmak amacı ile hiç bir araya gelmediklerini ispatlaması gerektiği ancak davacının ön inceleme duruşmasında açık bir şekilde “davaya ilişkin bildireceğim tanığım delilim yoktur” demek suretiyle, dava dilekçesinde ileri sürmüş olduğu vakıaları kanıtlamak amacı ile herhangi bir delilinin bulunmadığını ifade ettiği, zira davalının da davaya bir cevap vermemek suretiyle davacının dava dilekçesinde dayanmış olduğu “ilk boşanma davasından sonra evlilik birliğinin yeniden kurmak maksadı ile bir araya gelmedikleri” şeklindeki vakıayı inkâr etmiş sayıldığı belirtilerek önceki hükümde direnilmiştir.

Direnme kararı davacı tarafından temyiz edilmiştir.

Direnme yolu ile Hukuk Genel Kurulu önüne gelen uyuşmazlık, TMK’nın 166/4. maddesine dayalı olarak açılan eldeki davada, daha önce açılan boşanma davasında verilen ret kararının kesinleşmesinden itibaren başlayacak üç yıllık süre zarfında ortak hayatın yeniden kurulmadığını ispat yükünün taraflardan hangisine ait olduğu, burada varılacak sonuca göre davanın reddinin doğru olup olmadığı noktasında toplanmaktadır.

Öncelikle, fiili ayrılık nedeniyle boşanmaya karar verilebilmesi için gerekli koşulların TMK’nın 166/4 maddesi kapsamında açıklanması gerekmektedir.

4721 sayılı Türk Medeni Kanununun 166/4. maddesi; “Boşanma sebeplerinin herhangi biriyle açılmış bulunan davanın reddine karar verilmesi ve bu kararın kesinleştiği tarihten başlayarak üç yıl geçmesi halinde, her ne sebeple olursa olsun ortak hayat yeniden kurulamamışsa, evlilik birliği temelinden sarsılmış sayılır ve eşlerden birinin istemi üzerine boşanmaya karar verilir” hükmünü içermektedir.

Anılan madde gereğince boşanma kararı verilebilmesi için ilk koşul, reddedilen bir boşanma davasının bulunmasıdır. Bu davalarda reddedilip kesinleşen ve boşanma sebeplerinden herhangi biriyle açılmış bulunan bir davaya dayanılabilir. Ret kararının kesinleşmiş olması dava şartı olup, mahkemece kendiliğinden dikkate alınmalıdır.

İkinci koşul, ret kararının kesinleşmesinden sonra ortak hayatın yeniden kurulamamış olmasıdır. Hemen belirtilmedir ki, ortak hayatın kurulması ile kastedilen, evlenmenin genel hükümlerinde tanınan hakların kullanılması ve yükletilen görevlerin yerine getirilmesini üstlenecek şekilde eşlerin biraraya gelmesidir. Yargıtay içtihatlarında da benimsendiği üzere çocukların ihtiyaçlarını karşılamak, ölüm, düğün gibi haklı sebeplerin gerektirdiği hâller için biraraya gelmek, TMK’nın 166/4. maddesi kapsamında ortak hayatın yeniden kurulduğu anlamına gelmez.

Üçüncü koşul ise ret kararının kesinleşmesinden sonra üç yıllık bir sürenin geçmesidir. Bu süre kesintisiz olmalı ve hâkim tarafından resen gözetilmelidir (Öztan, B: Türk Medeni Kanunu’na Göre Evliliği Sona Erdiren Sebepler, Özellikle Boşanma, Prof Dr. Turgut Kalpsüz’e Armağan, s. 727).

4721 sayılı TMK’nın getirdiği bir yenilik olarak karşımıza çıkan bu madde uyarınca boşanma kararı verilebilmesi için mahkemece kusur araştırması yapılmasına gerek bulunmadığı gibi boşanma kararı verilmesini isteme hakkının sadece davacıya değil davalıya da tanındığı madde metninden anlaşılan diğer bir husustur (Öztan, s.727).

TMK’nın 166/4. maddesi koşulları değerlendirilirken TMK’nın 185. maddesi hükmünün de dikkate alınması gerekmektedir.

Sözü edilen madde uyarınca ” Evlenmeyle eşler arasında evlilik birliği kurulmuş olur.

Eşler, bu birliğin mutluluğunu elbirliğiyle sağlamak ve çocukların bakımına, eğitim ve gözetimine beraberce özen göstermekle yükümlüdürler.

Eşler birlikte yaşamak, birbirine sadık kalmak ve yardımcı olmak zorundadırlar”.

Bilindiği üzere eşler, ortak bir hayat kurmak amacıyla evlenirler. Bunun doğal bir sonucu olarak aynı çatı altında yaşamak durumundadırlar. TMK’nın 185. maddesinin 3. fıkrası da, eşlerin birlikte yaşamalarını hüküm altına almıştır. Ancak bazı durumlarda eşlere ayrı yaşama hakkı tanınmıştır.

Şöyle ki; boşanma ve ayrılık davası açılması ile eşlerin birlikte yaşama zorunluluğu olmadığı gibi, herhangi bir boşanma davası olmadığı hâlde TMK’nın 197. maddesi uyarınca “Eşlerden biri, ortak hayat sebebiyle kişiliği, ekonomik güvenliği veya ailenin huzuru ciddi biçimde tehlikeye düştüğü sürece ayrı yaşama hakkına sahiptir”. Sayılan bu durumlar dışında birlikte yaşama eşler için hem hak hem de bir yükümlülük olup bunun aksini iddia eden ispatla mükelleftir.

Yapılan açıklamalar ışığında reddedilip kesinleşen bir boşanma davasının bulunması ve bu ret kararının kesinleşmesinden itibaren üç yıllık sürenin geçmesi hâkim tarafından resen gözetilen bir husus olmakla birlikte somut olayda açıklığa kavuşturulması gereken nokta, TMK’nın 166/4 maddesinde belirtilen “ortak hayatın yeniden kurulmadığı” hususunda ispat yükünün taraflardan hangisine ait olduğudur.

Bu aşamada “ispat yükü” kavramının açıklanmasında yarar görülmektedir.

İspatın konusunu tarafların üzerinde anlaşamadıkları ve uyuşmazlığın çözümünde etkili olabilecek çekişmeli vakıalar oluşturur ve bu vakıaların ispatı için delil gösterilir (HMK m. 187/1).

Bir davada çekişmeli olguların kimin tarafından ispat edilmesi gerektiği konusuna ise ispat yükü denir.

Belirtilmelidir ki, her iki taraf da, ispat yükünün kime düştüğünü gözetmeden delil göstermişler ise bu hâlde hâkimin ispat yükünün hangi tarafa düştüğünü araştırmasına gerek yoktur. Çünkü, hâkim, ilk önce tarafların gösterdikleri delilleri incelemekle yükümlüdür.

İki tarafın (veya bir tarafın) gösterdiği deliller ile davaya ilişkin bütün çekişmeli olgular aydınlanmış ise, gene ispat yükünün hangi tarafa düştüğünü araştırmakta bir yarar yoktur. Buna karşılık, gösterilen delillerin hâkime dava hakkında tam bir kanaat vermemesi hâlinde, ispat yükünün hangi tarafa düştüğünün tespit edilmesinde yarar vardır. İspat yükü, bu hâl için önemlidir.

Türk Medeni Kanununun (TMK) 6. maddesine göre “Kanunda aksine bir hüküm bulunmadıkça taraflardan her biri, hakkını dayandırdığı olguların varlığını ispatla yükümlüdür.” TMK’nın bu hükmü 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanununun (HMK) 190/1. maddesinde bir başka biçimde yinelenmiş olup; “İspat yükü, kanunda özel bir düzenleme bulunmadıkça, iddia edilen vakıaya bağlanan hukuki sonuçtan kendi lehine hak çıkaran tarafa aittir” denilmiştir.

Kanuni bir karineye dayanan taraf, sadece karinenin temelini oluşturan vakıaya ilişkin ispat yükü altındadır. Kanunda öngörülen istisnalar dışında, karşı taraf, kanuni karinenin aksini ispat edebilir.” şeklinde düzenlemelerine yer verilmiştir.

Belirtilen düzenlemelere göre kural olarak herkes iddiasını kanıtlamakla yükümlüdür. Genel kuralı düzenleyen TMK’nın 6. maddesinde “Kanunda aksine bir hüküm bulunmadıkça” deyimi ile, genel kuralın bazı istisnalarının bulunduğu belirtilmiştir. Bu hâllerde, istisna olarak, ispat yükü bir olgudan kendi lehine haklar çıkaran tarafa değil, o olgu aleyhine olan (karşı) tarafa aittir. İstisnalar şunlardır:
a) Normal Durumun Aksinin İspatı;
Normal bir duruma dayanan tarafın, bu iddiasını ispat etmesi gerekmez; bilâkis, ispat yükü bu normal durumun aksini iddia eden tarafa düşer.
b) İspat Yükünün Kanunla Belirlendiği Hâller;
Bazı hâllerde, bir olguyu kimin ispat etmesi gerektiği özel bir kanun hükmü ile belirlenmiştir. Kanun, bu hâlleri saklı tutmuştur. Bu hâllerde, ispat yükünün (genel kurala göre) kime düştüğünü araştırmaya gerek yoktur; ispat yükü, özel kanun hükümlerinde yazılı olan kimselere düşer.
c) Karineler;
Karine, belli bir olaydan, belli olmayan diğer bir olay için çıkarılan sonuçtur. Karineler ispat yükünün bir istisnasını oluşturur. Lehine karine olan taraf ispat yükünden kısmen veya tamamen kurtulur.

Kendisine ispat yükü düşmeyen taraf, karşı (kendisine ispat yükü düşen) tarafın iddiasını (olguyu) ispat etmesini bekleyebilir. Kendisine ispat yükü düşen taraf iddiasını ispat edemezse, diğer (kendisine ispat yükü düşmeyen) tarafın onun iddiasının aksini (hilafını) ispat etmesine gerek yoktur; o olgu ispat edilmemiş (yani dava bakımından yok) sayılır.

Fakat, kendisine ispat yükü düşmeyen taraf, ispat yükü kendisinde olan (diğer) tarafın iddiasını ispat etmesini beklemeden, onun iddiasının hilafını ispat için delil gösterebilir. İşte bu delile, karşı (mukabil) delil denir. Karşı delil gösteren taraf, bununla sadece kendisi bakımından diğer (ispat yükü düşen) tarafın iddiasını çürütmeye çalışır ve böylece diğer tarafın iddiasını ispat etmesini güçleştirir. Sonuçta, ispat yükü kendisinde olan taraf, iddiasını ispat edemezse, o vakıadan kendi lehine hak (sonuç) çıkarılmasını isteyemez (Pekcanıtez, H./Atalay, O/ Özekes, M: Medeni Usul Hukuku Ders Kitabı, İstanbul 2018, s.339).

İspat yükü kendine düşen taraf bir vakıayı ispat ettikten sonra, artık ispat yükü aksini iddia eden karşı tarafa geçer. Bunun üzerine karşı tarafın o olgunun doğru olmadığını veya başka bir olgu nedeniyle hükümsüz kaldığını ispat etmesi gerekir.

Öte yandan, kendiliğinden araştırma ilkesinin uygulandığı davalarda; hâkim, davanın ispatı için gereken bütün delillere kendiliğinden başvurur; taraflar da duruşma bitinceye kadar delil gösterebilirler. Dava ile ilgili olguların hazırlanmasında, tarafların yanında, hâkimin de görevli olmasına, kendiliğinden araştırma ilkesi denir. Bu ilke kamu düzenini ilgilendiren çekişmeli ve çekişmesiz davalarda önem gösterir.

Taraflarca hazırlama ilkesinin uygulandığı davalarda ise deliller kural olarak taraflarca gösterilir; hâkim delillere kendiliğinden başvuramaz.

Gelinen bu noktada uyuşmazlığın çözümü açısından 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanununun delillerin ibrazıyla ilgili hükümlerinin de izah edilmesinde yarar görülmektedir.

HMK’nın 119/1 (f) hükmü uyarınca, gerek yazılı gerekse basit yargılama usulünde, iddia edilen her bir vakıanın hangi delillerle ispat edileceğinin, dava dilekçesinde belirtilmesi gerekir.

Maddenin gerekçesinde bu gerekliliğin, 6100 sayılı HMK’da bir yenilik olarak düzenlendiği ifade edilmiştir. Böylece, özellikle ispat konusunda davaların usul ekonomisi ilkesine uygun bir biçimde, makul bir sürede sonuçlanması hedeflenmiştir.

Delillerin bildirilmesi hakkındaki bu düzenleme, Kanunumuzda kabul edilen somutlaştırma yükünün de bir gereğidir (Hakan Pekcanıtez, Oğuz Atalay, Muhammet Özekes, Medeni Usul Hukuku, Ankara 2013, 14. Bası, s. 506).

Dava dilekçesinin davalıya tebliğinde, davalının iki hafta içinde davaya cevap verebileceğinin ihtarının gerektiği HMK’nın 122. maddesinde düzenlendikten sonra aynı süreye “cevap dilekçesini verme süresi” başlıklı 127. maddesinde tekrar yer verilerek “Cevap dilekçesini verme süresi, dava dilekçesinin davalıya tebliğinden itibaren iki haftadır…” şeklinde düzenleme yapılmıştır. Bu hakkını kullanmayan, yani süresi içinde cevap dilekçesi vermemiş olan davalı, davacının dava dilekçesinde ileri sürdüğü vakıaların tamamını inkâr etmiş sayılacaktır (HMK. m.128).

Görüldüğü üzere, bir davada ispat yükü, dayandığı vakıaya bağlanan hukuki sonuçtan hak çıkaran yani vakıadan yararlanan kimseye aittir. TMK’nın 166/4. maddesinde de genel kuraldan ayrılmayı gerektiren herhangi bir düzenleme mevcut değildir. Şöyle ki, davacı daha önce bir boşanma davasının açıldığı ancak reddedildiği, bu davanın kesinleştiği ve kesinleşmeden itibaren üç yıllık süre zarfında ortak hayatın yeniden kurulmadığı hususundaki vakıalara dayanmaktadır. Bu vakıaların ispatı hâlinde elde etmek istediği sonuç “boşanma” kararı verilmesidir. Dolayısıyla TMK’nın 166/4. maddesine dayalı davalarda ispat yükü davacıdadır ve davacı davasını dayandırdığı olguları ispat etmek zorundadır. Bu hususta tanık anlatımları, zabıta araştırması, nafaka, icra ve ceza dosyaları…gibi daha bir çok ispat aracına başvurabilecektir.

Somut olaya gelince; davacının daha önce açtığı boşanma davasının, “davacının davasını ispatlayamadığı gerekçesiyle” reddedilerek 20.01.2010 tarihinde kesinleştiği ve kesinleşme tarihi ile eldeki davanın açıldığı tarih arasında üç yıldan fazla bir sürenin geçtiği sabittir. Ne var ki, davacı, 11.12.2013 tarihli ön inceleme duruşmasında “davaya ilişkin bildireceğim delilim yoktur” demek suretiyle kanunda öngörülen üç yıllık süre içerisinde ortak hayatın kurulması amacıyla bir araya gelinmediği hususunda herhangi bir ispat vasıtası sunmayacağını ortaya koymuştur. Davalı kadın ise davaya cevap vermediği gibi duruşmalara da katılmamıştır. Bu durumda, HMK’nın 128. maddesi gereğince dava dilekçesinde ileri sürülen vakıaların tamamını inkâr etmekle yetinmiştir. Eldeki davanın resen araştırma ilkesinin uygulandığı bir dava olmadığı da açıktır. Bu sebeplerle, yukarıda açıklanan hususlara değinen yerel mahkeme direnme kararı usul ve yasaya uygundur.

Hukuk Genel Kurulunda yapılan görüşmeler sırasında, olayın özelliği itibariyle ispat külfetinin davalıda olduğu, menfi bir olgunun ispatının davacıya düşmeyeceği, kanunun amacına uygun yorum yapılması gerektiği, TMK’nın 166/4. maddesinde dayalı olarak açılan davalarda bir karinenin varlığının söz konusu olduğu, daha önce açılan boşanma davasının tarafların ayrı yaşadığına dair bir karine olduğu ve HMK’nın 190/2. maddesine göre de karinenin aksinin davalı tarafça ispat edilmesi gerektiği, yine tarafların yerleşim yeri adreslerinin ayrı olmasının ve davacının başka biriyle olan birlikteliğinden bir çocuğun dünyaya gelmesinin tarafların ayrı yaşadığını gösterdiği, bu durumda ispat yükünün yer değiştirdiği, sonuç olarak bozma kararının yerinde olduğu görüşleri ileri sürülmüşse de bu görüşler Kurul çoğunluğunca benimsenmemiştir.

Açıklanan nedenlerle, daha önceden açılan ve reddedilip kesinleşen davadan sonra eşlerin ortak hayatı kurmak amacıyla bir araya gelmediklerine dair vakıanın davacı tarafından ispat edilemediği gerekçesiyle davanın reddine dair verilen direnme kararının onanması gerekmiştir.

SONUÇ: Yukarıda açıklanan nedenlerle davacı vekilinin temyiz itirazlarının reddi ile direnme kararının ONANMASINA, gerekli temyiz ilâm harcı peşin alındığından başka harç alınmasına yer olmadığına, 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun Geçici 3. maddesine göre uygulanmakta olan 1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu’nun 440. maddesi uyarınca kararın tebliğinden itibaren on beş gün içerisinde karar düzeltme yolu açık olmak üzere 14.02.2019 tarihinde yapılan ikinci görüşmede oy çokluğuyla karar verildi.

KARŞI OY

Dava, Türk Medeni Kanunu’nun 166/4. maddesi gereğince, boşanma davasının reddinden sonra tarafların üç yıl bir araya gelmemeleri nedeniyle açılmış boşanma davasıdır.

Davacı, boşanma davasının reddinden sonra üç yıl boyunca bir araya gelmediklerini, ortak hayatın yeniden kurulmasının mümkün olmadığını belirterek boşanmaya karar verilmesini istemiştir.

Usulüne uygun tebligata rağmen davalı davaya cevap vermemiştir.

Yargılama sırasında davacı, tanık ve başkaca delili bulunmadığını belirtmiş bunun üzerine davanın ispat edilemediği gerekçesiyle dava reddedilmiştir.

Bu kararın temyizi üzerine Yargıtay 2. Hukuk Dairesince özetle; “davalı yanın reddedilen davadan sonra evlilik birliğinin devamı amacıyla bir araya gelindiğine ilişkin dosyaya yansıyan bir beyanı veya iddiası bulunmadığına göre, TMK’nın 166/4. maddesi uyarınca davanın kabulü yerine reddine karar verilmesinin doğru olmadığı” gerekçesiyle kararın bozulması üzerine Yerel Mahkeme önceki gerekçelerle kararında direnmiştir.

Hukuk Genel Kurulu önüne gelen uyuşmazlık bu davada ispat külfetinin kime ait olduğu noktasındadır. Sayın çoğunluk ile aramızda çıkan uyuşmazlık ta bu noktadadır.

Bilindiği üzere ispat külfeti Türk Medeni Kanunu’nun 6. maddesinde “Kanunda aksine bir hüküm bulunmadıkça, taraflardan her biri, hakkını dayandırdığı olguların varlığını ispatla yükümlüdür.” demektedir.

6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun 190. maddesi ise “1- İspat yükü, kanunda özel bir düzenleme bulunmadıkça, iddia edilen vakıaya bağlanan hukuki sonuçtan kendi lehine hak çıkaran tarafa aittir.

2- Kanuni bir karineye dayanan taraf, sadece karinenin temelini oluşturan vakıaya ilişkin ispat yükü altındadır. Kanunda öngörülen istisnalar dışında, karşı taraf, kanuni karinenin aksini ispat edebilir.” şeklinde düzenlenmiştir.

İspat külfeti açısından genel kurallar bunlardır. Ne var ki her kuralın bir istisnası olduğu gibi genel ispat kuralının da istisnaları vardır.

Bunların en başında gelen menfi tespit davalarında ispat külfetidir. Bilindiği üzere menfi tespit davasında davacı, borçlu olmadığını iddia eder, davalı alacaklı ise alacaklı olduğunu ispat etmek zorundadır. Zira borçlu olunmaması menfi bir durumdur ve ispatı mümkün değildir. O nedenle böyle bir durumda müspet olgunun ispatı mümkün olduğundan alacaklı alacağının varlığını ispat etmekle yükümlüdür. Örneğin, davacı borcum yoktur dediği zaman davalı davaya hiç bir cevap vermemişse, davacının davasının ispat edilemediği gerekçesiyle reddi mümkün değildir. Davalı alacaklının cevap vererek, alacağının dayanağını göstermesi halinde bu kez bu dayanağın aksinin ispatı davacı borçluya düşer.

Menfi tespit davasındaki bu ispat şeklini somut olaya uyguladığımızda, tarafların üç yıl boyunca bir araya gelmemeleri hali olumsuz bir davranıştır. Esasen ispatı da imkansız veya oldukça güçtür. Halbuki bunun aksi olan bir araya gelme vakasının ispatı ise bir o kadar kolaydır. Birincisinde davacı, tarafların bir araya gelmediğini üç yıl boyunca yanında bulunduracağı tanıklarla ispat etmek zorunda iken davalı ise, bir günlük veya gecelik bir araya gelme eylemini çok kolay bir şekilde göstereceği tanık veya sair delillerle ispat edebilecektir.

Diğer yandan TMK.’nın 166/4 maddesinde düzenlenen “Boşanma sebeplerinden herhangi biriyle açılmış bulunan davanın reddine karar verilmesi ve bu kararın kesinleştiği tarihten başlayarak üç yıl geçmesi hâlinde, her ne sebeple olursa olsun ortak hayat yeniden kurulamamışsa evlilik birliği temelden sarsılmış sayılır ve eşlerden birinin istemi üzerine boşanmaya karar verilir” hükmünde kanun koyucu daha önce boşanma davası açılması ile ayrı durumda olan eşlerin ret kararı üzerine de bu ayrılığın devam etmesi karinesinden hareketle ortak hayatın yeniden kurulamamasını evliliğin temelinden sarsılması ve doğrudan taraflardan birinin başvuru üzerine boşanmaya karar verileceğini düzenlemiştir. Maddedeki ortak hayatın yeniden kurulamaması, çok açık şekilde olumsuz bir durumun tespiti olup bundan yararlanan önceki davayı hangi tarafın açtığına bakılmaksızın davalı konumda olan eştir. Başka bir anlatımla, ortak hayatın yeniden kurulamamasından faydalanan davalıdır. O hâlde bu karineden yararlanan davalı, ortak hayatın yeniden kurulduğunu da kanıtlamalıdır. 6100 sayılı HMK. 190/2 maddesi düzenlemesi nedeni ile ortak hayatın yeniden kurulamadığı karinesine dayanan davacı, ret kararı ve kesinleşmeden itibaren üç yıl geçtiği vakıasını ispat etmesi yeterlidir. 166/4. madde nedeniyle “ kendi lehine hak çıkaran” davalıdır. Ortak hayatın yeninden kurulamadığını ise bu karineden yararlanan davalı ispatlamalıdır.

İlk davanın reddinden sonra tarafların karine olarak bir araya gelip gelmedikleri, birlikte yaşayıp yaşamadıklarının kabulünün mümkün olup olmadığı önem arzetmektedir. Esasen boşanma davasının açılmasıyla tarafların ayrı yaşamaya hak kazandıkları karine olarak kabul edilir. 166/4. maddeye dayanılarak açılan davalarda da karine tarafların bir araya gelmediği yönündedir. Aksi halde bu fıkra gereğince dava açmak mümkün olmayacaktır. Eğer taraflar bir arada yaşıyorlarsa o zaman ancak diğer boşanma sebepleri ile yeni bir dava açılabilir.

Bu tür davalarda ispat külfetinin davacıya yüklenmesi hâlinde, bu ispat çoğunlukla tanık delili ile mümkün olacağından dinlenilen tanıklar ancak bu üç yıllık sürenin çok kısa anları için tanıklık yapabileceklerinden, tanıklığın dışında kalan zamanlar için bir araya gelme vakası mümkün bulunduğundan tanık beyanlarını yeterli ve doğru kabul etmek mümkün olmayacaktır. Sureten tanık dinlemek ise usul ekonomisine uygun olmayacaktır.

Somut olaya yeniden döndüğümüzde, taraflardan davalının ilk davadan bu yana Gaziantep’te yaşadığı, davacının da başka bir kadınla yaşayıp ondan çocuğunun bulunduğu hususları da birlikte değerlendirildiğinde karine olarak tarafların üç yıldır ayrı yaşadıkları kabul edilmeli, bunun aksini ispat külfeti de davalıya düşmelidir.

Açıklanan bu nedenlerle Özel Dairenin bozma kararının doğru olduğu düşüncesiyle sayın çoğunluğun aksi yöndeki görüşüne katılmıyoruz.

KARŞI OY

Dava 4721 sayılı TMK 166/4. maddeye dayalı olarak açılmıştır. Bu maddede; boşanma sebeplerinden herhangi biriyle açılmış bulunan davanın reddine karar verilmesi ve bu kararın kesinleştiği tarihten başlayarak üç yıl geçmesi hâlinde, her ne sebeple olursa olsun ortak hayat yeniden kurulamamışsa evlilik birliği temelden sarsılmış sayılacağı ve eşlerden birinin istemi üzerine boşanmaya karar verileceği hükme bağlanmıştır.

Mahkeme ile Özel Daire arasındaki uyuşmazlık ispat yükünün hangi tarafta olduğu konusundadır. İspatın konusunu; tarafların üzerinde anlaşamadıkları, uyuşmazlığın çözümünde etkili olabilecek çekişmeli vakıalar oluşturur ve bu vakıaların ispatı için delil gösterilir. Herkesçe bilinen vakıalarla, ikrar edilmiş vakıalar çekişmeli sayılmaz ve bu nedenle ispatın konusunu oluşturmaz. İspat yükünün kimde olduğu konusunda iki temel kural vardır. Bunlar; kanunda aksine özel bir düzenleme olmadıkça; taraflardan her birinin, hakkını dayandırdığı olguların varlığını ispatla yükümlü olması (TMK 6) ve iddia edilen vakıaya bağlanan hukuki sonuçtan kendi lehine hak çıkaran tarafın ispat yükü altında olması (HMK 190) kurallarıdır. Bu temel kurallara rağmen, kanuni veya fiili karine bulunması hâlinde ispat yükü bu karinelerin aksini savunan tarafta olacaktır.

Somut olayda davacı; reddedilen bir boşanma davası bulunduğunu ve aradan üç yıl geçtiğini, önceki boşanma dosyası ile ispatlamıştır. Geçen üç yıllık sürede ortak hayatın yeniden kurulamadığını da davacı ispatlamak durumundadır. Çünkü bu vakıadan lehine sonuç çıkaran davacıdır. Bu tanık dahil her türlü delille ispatlanabilir. Mali ve sosyal durum araştırması dahi yeterli olabilecektir. Davacı bu konuda tanık bildirmemiştir. Ancak davacı ve davalının yerleşim yeri adreslerinin farklı olduğu ve farklı şehirlerde oturdukları tebliğ parçaları ve UYAP kayıtlarından anlaşılmaktadır. Taraflar arasındaki önceki boşanma davası 2008 yılında reddedilmiş ancak 2010 yılında kesinleşmiştir. Bu boşanma davasının reddine karar verilmesinden sonra, ancak kesinleşmesinden önce davacının başka birisi ile birlikteliğinden 2009 doğum tarihli çocuğu olduğu ve davacı tarafından tanındığı nüfus aile kaydı ile sabittir. Davalıya bu dosyada tebliğ yapılan adres önceki boşanma davasında karar tebliğ edilen adres ile aynıdır. Bu mevcut deliller davacı yönünden ayrı yaşama ve bir araya gelmeme olgusunu göstermekte olup artık bunların aksine olarak bir araya gelindiğini davalı ispatlamak durumundadır. Diğer bir ifadeyle ispat yükü davalıya geçmiştir.

Bu nedenle sonucu itibarıyla, Özel daire bozma kararı dosya kapsamına uygun olduğu için direnme kararının bozulması gerektiği görüşünde olduğumdan, davacının ispat yükünü yerine getirmiş sayılamayacağı yönünde oluşan değerli çoğunluk görüşüne katılamıyorum.